eflatunalem

Friday, August 27, 2010

Tagebuch in Deutschland: Episode 13

26.08.2010
İstanbul

Çarpma hissi ve alkışlarla uyanıyorum; ve susuyorum.

Tagebuch in Deutschland: Episode 12

24.08.2010
Stuttgart

Berthold bizi (Annegret ve ben) Nürtingen'e bırakıyor, Ayhan'la buluşmak için. Ayhan, Almanya'da doğmuş büyümüş ve şimdi de Stuttgart'ta belediye otobüsü kullanan iki yıldır görmediğim bir arkadaşım. Miray'ı da alıp (Ayhan'ın eşi) Stuttgart'a gidiyoruz. Anna ve ben, üniversiteden bir hocayla buluşmak için bir süreliğine ayrılıyoruz. Türkiye, Almanya, gençlik çalışması vs. hakkında konuşuyoruz. Bir süre sonra dikkatim dağılıyor, dil yetersizliğinden/yetkinsizliğinden dolayı takip etmekte zorlanıyorum. Yeniden Ayhan ve Miray'la buluşup bir şeyler yiyoruz. Daha sonra Ayhan, avukatla olan randevusu için ayrılıyor, bir süre sonra da Anna'nın ayrılması gerekiyor (Essen'e gitmesi için). Birlikte istasyona gidiyoruz, biraz sohbetten sonra vedalaşıyoruz. Miray, ben ve Ege (küçük çocukları) oturup bir şeyler içiyoruz (çocuklara Weiss' yok). Ayhan gelince yemeğe gidiyoruz, ormana, Ayhan'ın çalıştığı belediyenin lokaline. Biraların isimlerini hatırlayamayacak kadar Wiess durumda kafam.

Beni eve bırakıyorlar. Karin onları içeri davet ediyor. Orangensaft eşliğinde sohbet ediyoruz -Türkiye, Almanya, entegrasyon vs. hakkında.

25.08.2010
Owen

Sabah yine erken kalktım, saat sekiz gibi. Kapıya asılmış bir not buldum, Karin'den: "günaydin Ugur! Please do your kahvalti. I return at 10.00. görüşmek üzere!" Berthold'le Stuttgart'a gidip biraz takılmayı planlıyoruz, yeni bir oyun daha almak istiyorum. Karin, Kirchheim'da başka bir oyun dükkanı olduğunu ve beni oraya götürebileceğini söyledi. Olur dedim. Birlikte Kirchheim'a, oyun dükkanına gittik. İki oyun beğendim ve aldım. Bu arada Karin, oyunları bana hediye etmek istediğini söyledi. Çok ince bir hareketti; mutlu oldum ve 'Vielen dank Frau Warth' dedim. Sonra birlikte akışverişe gittik; ilginç ve komik bir zaman dilimiydi benim için, ama aynı zamanda hoş. Öğlen yemeği için Richard eve döndüğünde test sonuçlarımı da getirdi; gayet iyi (iki gün önce Richard ve yardımcısı cheeeeck-upppp yaptılar bana: kan testi, EKG, ciğerler, kaslar falan filan). Yemekten sonra, Karin, ben ve Isabella (Oma'yla ilgilenen Polonyalı hatun) yakınlardaki bir kaleye, burg'a (Hohenneuffen) gittik;biraz yürüyüş yapıp sohbet ettik.

Öğleden sonra gitme vakti geldi ve Karin ve Richard'la vedalaştık. Berthold'le birlikte Stuttgart'a doğru yola çıktık. Önce bir oyun dükkanı, sonra da Irish Pub. Arada, eski Hauptbahnhof'un yıkılmasına karşı olanların yaptığı yütüyüşe katıldık (gösteri için görevlendirilen polislere "en yakın tuvalet nerede?" diye sorduk ve iyi eğlenceler diledik. Uzay ülkesinde böyle bir şeyi hayal edemiyorum). Daha sonra televizyon kulesine çıkıp Stuttgart'ı 150 metreden izledik biraz. Berthold beni havaalanına bıraktı ve vedalaştık.

Tagebuch in Deutschland: Episode 11


24.08.2010
Owen

(21.08.2010)
Üç gün önce Heidelberg'den yola çıktım. Kirchheim'a vardığımda hatun kişim istasyondan aldı ve Owen'ın tepelerine çıktık (unter Teck). Güzel bir gece pikniği yaptık (Was für eine Überraschung!). Onca yoldan sonra yemyeşil bir yamacın tepesinde, dolunay altında koyun sesleriyle beraber güzel yemekler ve biraz içki, ve tabii ki huzur! Tepeden köyleri izledik, sohbet ettik, uzandık... Sonra eve gidip aileye bir merhaba deyip biraz sohbet ettik ve ertesi günün planını yaptık: Bodensee ve Schwarzwald.


(22.08.2010)
Sabah erken kalkıp hep birlikte kahvaltı yaptık (Warth'lar: Annegret, Gephard, Karin, Richard. Ve ben) ve yola çıktık. Yol boyunca etraf yemyeşil. Küçük, güzel köyler. Richard her zamanki kibarlığıyla bana rehber oluyor, bilmem gerektiğini düşündüğü yerleri gösterip açıklıyor. Biraz kitap okuyorum yolda, Goethe'nin kütüphanesinden aldığım seviye kitaplarından biri. Meersburg'a, Bodensee'ye varıyoruz (ya da göl mü desem?); karşısı İsviçre, görünüyor ama hava tamamen açık olmadığı için Alpler'i göremiyoruz. Şehirde biraz geziyoruz, küçük bir tatik köyünü anımsatıyor (denizli). Bir Baviera restoranında yemek yedikten sonra Schwarzwald'e doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 1 saat sonra Karaorman bizi karşılıyor! Burada Königsfeld diye bir kasabaya uğrayıp bir caféye oturuyoruz. Biraz pasta ve kahveden sonra yürüyüşe çıkıyoruz, ormanda! Bunun tarifi yok sanırım, sanırım tarif etmeye de gerek yok. Dönerken bir kasabaya daha uğruyoruz, guguklu saatleriyle meşhur. Biraz dolaştıktan sonra eve doğru yola çıkıyoruz. Akşam yemeği ve yorgunluk, ve uyku.


(23.08.2010)
Sabah Anna'yla birlikte Kirchheim'a gidiyoruz. Pazara biraz bakındıktan sonra Spielwagen'a giriyoruz. Birçok (çeşit) oyun. Bir kart oyunu (Der Grosse Dalmuti) bir masa oyunu (Die Saulen der Ende) ve bir de (malemdar için) en kralından! iki deste kağıt alıyorum. Chrischi'yle buluşup birer kahve içiyoruz. Sonra biraz alışveriş yapıp Chrischi'ye gidihyoruz, eşyalarını taşımaya yardım etmek için. Daha sonra köye dönüp hep beraber öğlen yemeği yiyoruz. Yemekten sonra köyde biraz yürüyüş. Günün sonrası ise daha çok çalışmayla geçiyor (özellikle Annegret için).


Monday, August 23, 2010

Tagebuch in Deutschland: Episode 10


21.08.2010
Heidelberg, 18.07

Sabah Elo'yla güzel bir kahvalti yaptik evde, sonra da Heidelberge dogru yola ciktik; cok uzak degil Mannheim'dan, trenle yaklasik 20 dakika. Önce 'Altstadt' denilen yeri gezdik. Kücük, dar sokaklar ve tarihi evler, ve tabii ki bircok turist (sanirim dünyanin her yerinde böyle: haftasonu-haftaici kafasi. Simmel acaba düsünmüs müdür, "ulen iki kelam laf ediyoruz ama Pazar her yerde ayni 'Pazar' midir acaba..." diye).


Heidelberg iki tepenin arasinda, Neckar'in iki yakasinda (ama ozellikle bir tarafinda) konuslanmis tarihi kücük bir sehir: Almanya'nin ilk üniversitesi, heybetli kalesi, kilisesi falan. Ama benim icin ayri bir anlami var.

Sehrin tarihi kismini gezdikten sonra, ilk önce sehrin yogunluklu olarak konuslandigi taraftaki tepeye ciktik, kalenin oldugu tepe, güzel bir manzara. Daha sonra yeniden asagiya inip (düzlüge inince buz gibi bir Schöfferhofer) Neckar üzerine kurulan ilk köprüden gecerek filozoflarin takildigi tepeye ciktik. Sol taraf Bismarck'in takildigi, sag tarafsa Hölderlin'in takildigi yer. Saga dönüp biraz yürüdük. Hölderlin'in Heidelberg icin yazdiklarini iceren bir anitin yaninda durduk.


Lange lieb' ich dich schon, möchte dich,
...
...
So viel ich sah


Neler düsündü acaba buralarda, diye düsünmeye basladim, sessiz bir ormanin icinde.

Iki tepeden de sehre dair güzel bir manzara var. Yeniden sehre karisip biraz dolastik, bir seyler yedik (bir seyler yerken Bionade ictim, holunder aromali, ve yine ayni seyi düsündüm: Adorno'ya göre Hölderlin'in ismi Holunder'den geliyormus, "Mürver agaci"). Straßen Katzen e.V. (Sokak Kedileri Dernegi) yararina ikinci el 'sey'ler satan yasli ve kibar iki Frau(en)'den bir 'sey' aldim (icine sadece bir iki küpe konulabilecek, yarisi kapagindan ibaret yuvarlak ahsap bir sey). Daha sonra Karin ve Richard Warth ikilisi icin biraz cikolata aldim, alirken gözüm döndü, alayi enfes. Trenin kalkis saatini de hesap ederek Neckar kiyisinda bir yere oturduk, son icecekler icin. Bu sefer Baviera usulü seramik bardakta 'Münchner Hofbräu Hefeweizen' ictim (yapanin ellerine saglik, tüm hepsi icin).

Ich fühle mich gut in Heidelberg sanirim Heidelberg icin son Almanca cümlem oldu Elo'ya.

Tagebuch in Deutschland: Episode 9

21.08.2010
Mannheim, 01.54

Yolculugumuz uzun sürdü, yaklasik 6 saat. Tabii bazi sebepleri vardi bunun. Önce Dortmund'a gidip bir kisiyi daha almamiz gerekiyordu, ama gec kaldigimiz icin bizi bekleyen hatun gitmis. Biz de onu bir süre bekledik ve gelmeyince biraz takilip yeniden yola ciktik. Frankfurt'a vardigimizdaysa siki bir trafik vardi, haftasonu trafigi. Ne terbiyesizlikse önce ben Uwe'yi (soförümüz) biraz fircaladim, yavas gidiyor diye. Sabirli bir sekilde anlatti, "daha fazla trafige takilmamak icin baska yolu kullandik, bundan dolayi gec kaldik" diye. Diger elemani Frankfurt'ta biraktik ve Uwe'yle yola devam ettik. Mannheim'a vardigimizda saat 20.00 idi. Elo beni aldiktan sonra eve gidip bir seyler yedik ve disari ciktik (tabii bu arada Emil'le tanistim, kendisi üc aylik firlama bir tekir). Mannheim'i daha kücük bir yer saniyordum ama pek de kücük degil, yaklasik 300 bin nüfusu varmis. türkler burada yogunlukta, '60'larin basinda geldikleri yerlerden biriymis Mannheim. Türklerden baska göze carpansa, Pakistan, Hindistan, Misir... kökenli göcmenler ve ögrenciler. Gecenin bir yarisi sehir turuna ciktik, cok fazla tarihi veya turistik yeri yok Mannheim'in (tarihi olunca bir yandan da turistik oluyor ya, olmasin istedim ben), daha cok endüstri var burada. Siemens'in bosalttigi fabrikalarin oldugu bölge 'alternatif' bir hayat yaratmis, ne ararsan cok rahat ve cabuk bulabiliyorsun. Döner Straße boyunca yürüyüp (Elo böyle diyor, etrafin Türk muhiti olmasi acisindan; ve gercekten de öyle) Neckar nehrinin yakininda bir bara oturup bir seyler ictik. Emrah'in yaninda Hohenfelder icmistim (tabii ki Weissbier) simdiyse 'Eichbaum Bananenweizen' iciyorum (bunu gecen yil Berlin'de icmistim, yeniden tatmak güzel).


Yarin Heidelberg'e gidiyoruz, görülecek cok sey varmis. Aksamsa trenle önce Stuttgart'a, oradan da Kirchheim'a gidecegim, sevgili manitamla bulusmaya.

Tagebuch in Deutschland: Episode 8


20.08.2010
Wiedenbrücke, 09.40

Iki gün önce Emrah'la Bielefeld istasyonunda bulustuk, bir yerde oturup bir seyler ictik. Emrah'in Bielefeld'de oturdugunu düsünüyordum, ama Bielefeld'e yakin bir yerdeymis, Rheda-Wiedenbrücke diye iki kücük sehrin birlesimi bir yer: genis yollar, bahceli evler... Bir iki apartman gördüm, mülteciler icinmis. Savas sirasinda cok fazla bombalanmadigi icin burasi, sokaklarda 1400'lerden kalma evler görebiliyorsun. Ayrica müthis bir park ve kücük bir orman var burada, gercekten iyi hissettiren.


Emrah'la Almanya ve Türkiye üzerine konusuyoruz. Bazen celisiyoruz, bazen anlasamiyoruz ama söz konusu Almanya olunca bazi seyler ikimiz acisindan da net.


Dün tüm gün bisikletle dolastik, hem parkta hem ormanda. Aslinda bisiklete binince cok sikayet eden bir insanim (vücut ham) ama, cevremde gördüklerim sikayeti keyfe dönüstürüyor. Orman turunun ardindan bir Yunan restoranina gittik (MYKONOS) ve güzel yemekler yedik. Es war lecker


Bugün saat 14.oo'de Gütersloh'tan ücüncü mitfahrgelegenheit ile yola cikiyorum, istikamet Mannheim. Elo'yla bulusacagim, yarin da Heidelberg'e gidip gezmeyi düsünüyoruz ('gezmeyi düsünmek' fiili ender zuhur ediyor, ama iyi ediyor).

Tagebuch in Deutschland: Episode 7

18.08.2010
Leipzig, 09.27

Noris-Bank'in önünde Martin ile bulustum. Daha sonra adini bilmedigim kisi geldi (daha önce Paris'te yasiyormus), sonunda Fabian da geldi ve yola ciktik. Martin anladigim kadariyla lisede ögretmen, dil üzerine epey bir sey biliyor ve bircok da dil biliyor. Su anda arabada zaten dil üzerine konusuluyor, takip etmeye calisiyorum ama uykum geliyor. Dün kitapcida da görmüstüm, Isvecce ve Norvecce kitaplar da revacta, tabii ki Fransizcadan sonra. Martin ve Fabian Isvecce biliyor (hatta bir süre konustular). Icimden takdir ediyorum kendilerini, uykulu halimle.

18.08.2010
Lehrte, 11.54

Arabada Martin ve diger elemanla (baba Tunuslu, anne Fransali) yol üzerine konustuktan sonra, Hannover'dan saat 12.09'da kalkacak olan trene (12.10'da degil, 12.09'da; ulastiran bakanlara, bakip da ulastiramayanlara bir ornektir) yetisemeyecegime kanaat getirdik. Bunun icin yine ayni trene daha erken binmek adina Lehrte'de indim, Tun-Frans da benimle birlikte indi, burada oturuyormus. Beni istasyona götürdü (trenin kalkmasina 8 dakika vardi) ve makineden bilet almaya calistik fakat makine calismadi. Daha sonra giseye gittik, fakat orada da sira vardi. Bunun üzerine eleman siradaki yasli Almanlara bir seyler anlatmaya basladi ve onlar da havaya bakmaya basladilar (aslinda almanca konusuldugunda biraz anlayabiliyorum ama isin icine hiz ve sive girince dünya baska görünüyor). Yeniden makineye gittik, yine calismadi. Yeniden giseye döndük ve eleman ses tonunu biraz artirdi ve daha sonra yasli Almanlar sirayi bize verdi. Biletimi aldiktan sonra yasli Almanlara tesekkür ettik. Ben de elemana tesekkür ettim ve vedalastik.


18.08.2010
Bielefeld, 13.30

"In wenigen Minuten erreichen wir Bielefeld"

Tuesday, August 17, 2010

Tagebuch in Deutschland: Episode 6

17.08.2010
Nikolai Straße, 12.48

Cokca yagmur ve soguk hava! Tramvayla gelirken bos binalara baktim. Daha guzel bir yer olabilirmis burasi, ya da daha guzel bir yermis. Tabii bahsettigim yer, merkez-disi bir yer.

17.08.2010
Goethe Straße, 14.32

Yagmurdan kacayim derken paso bira iciyorum, aslinda cok da sikayetci degilim. Ilk ictigim 'Maisel's Weisse aus Bayreuth' idi, simdiyse Paulaner. Bir Baviera restoranindayim, disarida oturuyorum, hava fena soguk ve usuyorum.

17.08.2010
Goethe Straße, 14.56

Dil ogrenmek boyle bir sey olsa gerek. Makarnanin yaninda sadece kasik geldi; once denedim, ama olmadi, yapamadim ve sadece kasikla makarna yenmeyecegine kanaat getirdim (hayvan-insan iliskisi uzerine, 'kultur'le alakali olarak, kulturun her buyurdugunu yapmanin gerektigini degil, aksine, kulturun degistirilebilecegini ve degistirilmesi (de) gerektigini salik veriyordu C. Adams, yerine 'sefkat etigi'ni koyabilerek, diyerek bitiminde cumlesinin). Bu gazla catal istemek icin iceri girdim (ne de olsa boyle bir kultur bileseninin ihtiyacimi karsilamadigini sezmistim, "nasil yasarim?" sorusuna verdigim cevaba tekabul eden dusuncelerimin disinda tutarak bu edimimi). Catal uzerine Ingilizce ve Almanca tanimlama yapmaya calistik, karsilikli olarak (yakinlarda da bir catal yoktu ki gostereyim -dilden kacarak). Daha sonra die Frau benimle birlikte disari geldi ve masanin uzerindeki buyuk porselen bardagin icinde pecetelerle sarili duran catal-bicak ikililerinden birini cikarip acarak, hangisinin bicak, hangisinincatal oldugunu Almanca soyledi, ve tabii ki onumde duran kasigi da esirgemeyerek (kursta isledigimiz temalardan biri de "Essen und Trinken" idi, ama olmamis demek ki). Die Frau tek tek, gostererek, acikladi: die Gabel (catal), der Löffel (kasik) und das Messer (bicak). Jetzt ist alles im Grünenbereich!

17.08.2010
Thomaskirchhof, 18.25


Bach'in mekaninin civarindayim. Got yagmur pesimi birakmiyor. Ama yagmura karsi tabii ki bir cozumum var: Weissbier! Bu sefer Schöfferhofer. Buraya gelmeden önce birkac kitap aldim. Ama almadan once kitapcida uzun bir sure takildim; cocuk kitaplarina baktim, inceledim: 0-3, 3-6... ab 10 Jahren. Cok guzeller, zaten olmalilar da. Kendime de bir Kinderkalender 2011 aldim.

Bielefeld hala esrarini koruyor benim icin, 'Mus' gibi. Ama Emrah'a goreyse 'Bolu'. Bolu'nun kucuklugu yaninda (Ah, Dilan Pub!) Mus'un uzakligi (entelligin luzumu yok, Mus uzak, hayatimda olmadi bu zamana dek) daha cazip geliyor. Ama zaten 'mus' gibi oldugu icin Mus, kendisine direkt bir mitfahrgelegenheit bulmaya nail olamadim. Bundan oturu yarin sabah Hannover'a gidiyorum, sanirim ondan sonrasi trenle ya da Emrah timsahi ayarlayabilirse arabayla ya da ben ayarlayabilirsem mitfahrgelegenheit ile (sabah, Berlin'den yola cikacak olan bir tayfaya e-mail gonderdim; belki beni Hannover'dan alip Bielefeld'e goturebilirler).

Monday, August 16, 2010

Tagebuch in Deutschland: Episode 5


16.08.2010
12.51

Su anda Berlin'den ayrildik ve Leipzig'e dogru yoldayiz, mitfahrgelegenheit ile gidiyorum, ilk defa. Erik, Alman kisisi, Paula, Fransiz kisisi ve arkamda oturan hatun, Alman kisisi. Tabii ki ne kadar cok Turkun Almanya'da yasadigindan bashederek basladik sohbete. "Dunyanin her yerinde, yabancilar birbirleriyle sadece havalardan konusur" demis, T. Waits; biz de tam aynisini yapiyoruz aslinda. Anlatacak cok fazla sey yok.

17.08.2010
Lindenau, Leipzig, 00.40


Once Ayhan'dan duymustum: "lan olum dikkat et, nazi coktur orda", daha sonra da Emrah'tan. Su anda Leipzig'in Bati tarafinda kaliyorum, simdilik sadece burayi gordum. Hic iyi hissetmedim ve hala da hissetmiyorum. II. dunya savasi sonrasi gibi (filmlerden edindigimiz algiya dayanarak boyle soyluyorum) bir yer. Bombos binalar, bombos! Iris'le konustugumuzda idrak ettim, muthis bir yoksulluk var. Binalarin neden bos oldugunu sordugumda, Franzi "cunku insan yok" dedi. Ne demek insan yok, bu kadar bina nereden geliyor, hatta bu kadar guzel binalar! Parayi bulan kaciyormus. Ama Iris ve Franzi'ye gore on yila kadar burasi populer bir yer olacakmis. Cunku binalar ucuz ve sanat isleriyle ilgilenen sahislar (ozellikle ogrenciler) bina kiralayip kendi galerilerini acmaya baslamislar bile. Kosede, caddeye bakan bir bina gorduk; uc katli, yuksek tavan ve mimari acidan ilginc bir bina: aylik 600 Euro. Daire degil, bina! Devletin verdigi sosyal yardim da diger sehirlere gore daha azmis burada. Kar yaginca yollar kapaniyormus. "Ne!" Almanya'da? Iste buna sasirdim, Almanya'da 500 bin nufuslu bir sehirde kar yaginca yollar kapaniyor!


Aksamustu, kaldigim yerin civarinda Iris'le biraz dolastik, insanlar disarida takiliyorlar; her turlu takiliyorlar, ama aileler veya genc kadinlar veya yaslilar degil cogunluk, les erkek! Nazilerin oldugu yerden de gectik, ne de olsa onlarin oldugu muhitte yasiyoruz. Zaman zaman buyuk problemler oluyormus.

Gece, eve yakininda bir pub'a gittik, Weissbier ictim: "Gutmann". Hosmus, gevsetti biraz. Yarin sehrin merkezine gidecegim. Orada hayat farkli, bakalim ne yapiyor insanlar.

Franzi'yle Polonya hakkinda konustuk, anilarimizi tazeledik, ve hatirlamadigim bircok sey yeniden zuhur etti yeniden; huzun ve sevinc yeniden birlikte, ayni anda: fluctuatio animi!

17.08.2010
Lindenau. 01.30

Emrah, senin icin bu yazdiklarim: bu Bielefeld'de ne var yahu! Kimse gitmiyor, kimse bilmiyor; ne var orada!

Sunday, August 15, 2010

Tagebuch in Deutschland: Episode 4

15.08.2010
Alexanderplatz, 13.33

Gunlerden Pazar oldugunu aslinda dolasmaya basladigimda sezmistim, kitapcinin kapali oldugunu gorunce idrak ettim.

15.08.2010
Eberswalder Straße, 17.30

Duvarin oldugu yerde bir sure takildim, uzun bir sure. Herkes rahat: Cocuklar, kopekler, gencler, yaslilar... Yemek, icki, muzik, pazar, spor, cimenler...; uyuyanlar, takilanlar, uyananlar... Currywurst, bira derken, yayik ayran, dolma, turlu cikiyor onune.

Alexanderplatz'tayken sikma portakal satan bir yer gormustum. "Eine Flasche, bitte" dememle "Where are you from?"u duymam bir oldu. "Turkey"den sonraysa "ben de" dedi Oktay abi, sikma portakal satan kisi. "Gel biraz sohbet edelim" deyince biraz gerildim ve "acelem var" dedim (Turkce konusmak cazip gelmedi) ama kiramayip "5 dakika" dedim. Tabii ki 5 dakika olmadi, ama olsun, iyi eglendim. Oktay abi '83'te gelmis, gezmeye, ama sonra kalmis burada. Burada ne yaptigimi ve aldigi cevaptan sonra da ne is yaptigimi sordu (Oktay abi sanki birden annemin goruntusune burundu ve ben de yine uygun bir cevap arayisina girdim). Daha makul bir soruyla devam etti:

"Ne okudun?"

- Sosyoloji

"Hmmm... bu ruhsal... petakok metakok zor. Zor zor, burda da var..."

-Pedagog degilim, sosyoloji okudum... hmmm... (toplumbilim deyip bir TDK odulu de ben almak istemiyorum; toplumun degil, sosyal olanin bilimi!)

"Bak sen evine kuracaksin bilgisayari, acacaksin sirketi. Ama yaslilarla calis, onlar yalniz, arkadaslari yok. Cocuk zor; kosar, duser, ayagina bi' sey batar... Sonra ayda 10 bin, 20 bin Euro!"
(vay be Oktay abi!)

(ben de kaptirdim kendimi)
-Ama once Almanca ogrenmem lazim

"Ogrenirsin, ogrenirsin. Ama ticaret sart! Bak, 150 bin, 180 bin universite mezunu var burada, Alman hem de! Ee, para nerde? Oyle degil mi ama? Oku oku para yok, n'olcak? Alip satacaksin bi'seyler!"

-Abi ben beceremem oyle seyleri
"Bak burda uc cambaz bi' de sen bi' seyler sat, vallahi gelir senden alirim. Yalan soyleyemezsin sen sunku. Dogru soyleyince de insanlar guvenir."

(Oktay abi sinirlari zorlamaya basladi)
"Bak surda bi' sise su al, 1-2 Euro. Ama almiycan. Git dagdaki kaynaktan bi' oluk ac, sisele suyu, sat; para vercegine para kazan."

-Abi actirmazlar oyle oluk falan
"Acarsin, acarsin!"

Almanya'da yasayan gocmenlerin hayalleri neler acaba, diye dusunmeye basliyorum; sonra da burada yasadigimi varsayip hayal ariyorum kendime. Bir sure sonra Oktay abi uyandiriyor, biraz daha sohbet ettikten sonra vedalasiyoruz, "yine gel" diyor.

U-Bahn'la Duvar'in oldugu yere giderken telefonum calmisti, arayansa Anna'nin validesi idi. Biraz Almanca biraz Ingilizce sohbet ettik. Nerede kaldigimi, nereleri gezdigimi, Kreuzberg'e gidip gitmedigimi, ne zaman koye gelecegimi sordu ve sonra da yardima ihtiyacim olursa arayabilecegimi soyledi. K. Warth'la tanistigimiz ilk gun geliyor aklima; gun gun, yemekte, genelden ozele dogru yaptigimiz sohbetleri hatirliyorum: Turkiye'deki azinliklar, Almanya'daki Turkler, ailemin ne yaptigi, ne okudugum, Anna'yla ne yapmayi dusundugumuz...
Yarin Leipzig'e gidiyorum. Sagolsun Kai bir 'mitfahrgelegenheit' ayarladi. Ama oncesindeyse su kitapciyla olan kavgama son vermek istiyorum. Erken kalkip -bunun icin gercekten erken yatmam gerekiyor- once kitapciya, oradan da Ostbahnhof'a gidecegim. Sonrasi Leipzig. Herhalde iki yil oldu, alti ay ev arkadasligi yaptigim Franziska kisisini gormeyeli. Bakalim ne yapiyor kendisi...

16.08.2010
Bornholmer Straße, 02.13


Uzun ve keyifli bir yuruyusten sonra eve geldim, biraz uyudum ve cikip arka sokaktaki bir Yunan restoraninda yemek yedim (su 3 gun icindeki en iyi yemekti). Atinaliymis, biraz sohbet ettik. "Ramazan degil mi, sen niye yiyorsun?" diye sordu, basimi ve mimiklerimi kullanarak cevapladim soruyu (genelde bu ve buna benzer sorulari ilk etapta boyle cevapladigimi biliyorum). Istanbul, Atina ve Berlin'den bahsettik. Ayrilirken bir uzo ismarlamak istedi ama kabul etmedim ve gerekcesini acikladim (hatir icin cig tavuk yenmek zorunda degildir, diye dusunuyorum sevgili insan evlatlari), anlayis gosterdi. Para alisverisimizi yaptiktan sonra tesekkur etti, ama Turkce. Ben de sanki Yunanca biliyormusum gibi bir seyler soylemek istedim ama tabii ki agzimdan hic bir sey cikamadi (bu travmatik ve uzun bir mevzu, Turk-Yunan iliskisi. Insanlarinki degil, hukumetlerinki!). Ama daha sonra bana ogretti. Hatta biraz daha ogrenmek icin, uzerinde belli basli gunluk kelimelerin Yunanca-Almanca yazdigi pecetelerinden aldim ve "Parakalo" ve "Adio" deyip vedalastim.

Tagebuch in Deutschland: Episode 3

14.08.2010
Bornholmer Straße, 10.20

Siki bir yagmur var disarida, bu yazlik halimle cikmamin imkani yok. Soguk bir hava. Mir ist kalt

14.08.2010
Friedrich Straße, 16.32

Evden cikip Fridrich Straße'ye geldim, biraz dolasip buyuk bir kitapciya girdim (bunun icin baska bir kelime olsa gerek, herhangi bir dilde; artik kitabin yaninda baska bircok sey de satiliyor). Simdi de Kreuzberg'e gitmeye karar verdim. Yaklasik bir yil once gelmistik, bakalim nasil bulacagim simdi; yalnizim ve istedigim gibi hareket edebilirim, bu da daha cok ayrintiyi gormemi saglayacaktir, diye dusunuyorum. Hava kapali ve biraz serin. Sikayetci olup olmamam yagmura bagli. Regen bringt nicht immer Segen

14.08.2010
Kreuzberg, 17.54


Once Mehringdamm'da inip biraz dolastim. Sebebi ise, Kreuzberg'in ne kadar buyuk oldugunu idark edememem. Gitmek istedigim yer ise, gecen yil geldigimizde takildigimiz yer, yani ustunde "Kreuzberg Merkezi" yazan ustgecide benzer seyin oldugu yer. Bir Hint restoranina girip Ingilizce sordum, karsilikli olarak anlasamadik. Aslinda oncesinde baska birine sormustum ama -Krezberg merkezi diye sormustum- oyle bir yerin olmadigini soyledi, sordugum kisi, gayet sallamayarak. Daha sonra, 'madem Almanya, o zaman Almanca' diyerek bir Alman kisisine Almanca sordum, cat pat: "Es gibt eine Brücke, auf der Brücke steht "Kreuzberg Merkezi". Wie kann man gehen?" Kisi de Almanca tarif etti ve anlastik, gayet iyi hissettirdi bu anlasilmislik, ve yaklasik 20 dakika sonra istedigim yerdeydim. Bu anlasilmisligin verdigi hazla kendimi odullendirmeye karar verdim ve bir yere oturup -gecen yildan tanidik bir civarda- kendime bir Weissbier ismarladim, markasini bilmiyorum ama soracagim.

Buraya gelmek icin Kuttbusser Tor'da indigimde istasyondaki bufeye girip -eminim baska bir adi var- "yuru git Golden Virginia, hosgeldin Javaanse" diyerek tutun degistirdim. Ocak'ta geldigimde turuncu paket almistim, simdiyse yesil denemek istedim, ve fena sert cikti. Bundan bir tane de Bartin Batur'a alacagim, uzerine konusmuslugumuz var ne de olsa.

Turist kafasinin tuketen bir kimlik oldugunu serh duserek, ve bu ilüzyona dusmemeye calisarak -fakat ne kadar cabalasam da bu his bir yerden yakaliyor beni- sehri gozlemlemeye calisiyorum. Bauman abime selam ederek bir genellemeyle cikiyorum yola: Sanirim sehrin buyuklugunu tartabilmenin yollarindan biri de sehrin ne kadar ulasilabilir olduguyla iliskili -tabii ki mesafe olarak degil, 'ihtiyac' ve 'guven' kelimeleri simdilik isimi goruyor. Istanbul'da ya da Izmir'de ya da asina oldugum ve bende sehir algisini olusturan baska yerlerde asindirdigim yollarin ederi belli. Tercihine gore merkez ya da ceper (iste algi bu ya: merkez ya da ceper!). Fakat burada hissettigim farkli. Sehrin kuzey tarafinda kaliyorum ve su anda gorece guneyindeyim, ve burada da bir 'hayat' var; evet farkli, ama var. Neden gelmiyor bu? Biraya ihtiyacim var. Evet, gordugum diger sehirlerde de var ama istedigim 'sey' degil, aksine, icinde buyudugum ve kacmayi tercih ettigim. Tabii tum bunlari bana yazdiran motivasyonu turist kafasi da etkiliyor, cok da masum degil. Prost

14.08.2010
Oranienburger Straße, 21.51

Kreuzberg'den sonra Alexanderplatz'a gectim, burada biraz takildiktan sonra dun gordugum kitapciya gitmek istedim fakat kapaliydi. Salip kendimi yine Oranienburger Straße'ye gittim. Cadde kenarinda bir cafede oturup Weissbier iciyorum, 'madem Almanya, o zaman Weissbier' diyerek; zaten diye diye tum gun 'Weisskopf' halinde dolaniyorum. Simdi hatirladim, Kreuzberg'de ictigimin adi Schneider imis (sozluk anlami 'terzi'), ama ficidan. Cok fenaymis, cok! Hepten kayboldum sehrin icinde -sanki rotam varmis gibi! Betrunken sein

15.08.2010
Rosenthaler Platz, 00.15

Yine uzun bir yuruyus ve arayistan sonra, Cenk'in tavsiyesine uyarak yine, 'KingKong'u buldum. Oncesindeyse, buraya gelirken 'Mein Haus am See' adli bir mekanin onunden gectim, gecmemle donmem bir oldu ve iceri girdim; hos bir mekandi ve orada benim icin bir sey vardi: Weissbier! Bir sure orada takildiktan sonra (bu zamana kadar somut olan ender hedeflerimden birine ulasmaya calisirken -KingKong- kisa bir sapma yaptim, gercekten, mekanin guzelliginden)... ne yaziyorum, niye yaziyorum simdi! Das ist KingKong!

15.08.2010
Rosenthaler Platz, 02.35

Uzun bir suredir 'Mein Haus am See'de takiliyorum. KingKong'da fazla bir hareket yok diye geldim buraya, bir iki Mojito ve simdi de tabii ki Weissbier... Nerede oldugumla ve ne yapmak istedigimle ilgili en ufak bir fikrim yok.
Takiliyorum.
tak... taki... takil...

15.08.2010
Rosenthaler Platz, 03.53



Hala gidemedim kaldigim yere. Rosenthaler Platz'in kosesinde takiliyorum; vejetarjen kebap yedim (ne demekse!)

15.08.2010
Bornholmer Straße, 04.53

Nihayet vardim eve. Hatirladigim tek sey, saat 22.00'ye dogru (muhtemelen hala Oranienburger'deyken) eve donmeyi dusundugumdu. Ama olmadi, sanki ilk defa olmuyormus gibi.

Yarin yapilacaklar cok! Eskiden Duvar'in bulundugu yere gidecegim, buraya yakin. Ama oncesinde Alexanderplatz'a gidecegim, kitapciya (umarim aciktir). Sonrasi ayni; ic birayi dolas!

Saturday, August 14, 2010

Tagebuch in Deutschland: Episode 2

13.08.2010
Oranienburger Straße, 14.22

Sabah kahvaltilik almak icin bakkala gittim, ve tabii ki Almanca'mi da paratik etmek istedim. Sanirim 'ilk sorum' kim oldugumla cok iliskili: "Ist das Käse?" Peynir ve su aldiktan sonra -zor bela- buralarda bir firin olup olmadigini sordum (tabii Almanca sordum ve tabii o da Almanca'yla iliskimi). Konustugum abi Turk oldugumu anladi ve ben de "yok yok ben burada yasamiyorum, gezmeye geldim" gibi bir seyler geveleyerek anlamsiz bir savunma icerisine girdim. Lakin yardimsever bir abiydi; disari cikip bana iki firin gosterdi ve "ikisi de Turk" ya da "ikisi de Turklerin" dedi. Gulustuk ve iyi gunler dileyip caddenin karsi tarafinda olmayan firina gittim ve iki Brötchen alip (Turkce konusmadan) eve dondum. Kahvaltimi yaptiktan sonra Debora (kaldigim yerde benimle ilgilenen kisi) nerelere nasil gidebilecegimi gosterdi ve cikip istasyona gidip gunluk bir bilet aldim. Sonra trene atlayip (ya da S-Bahn'a binip) Oranienburger Straße'ye dogru yola ciktim. Su anda yagmur basladi. Burada biraz dolastim ve DDR (Deutsche Demokratische Republik) muzesine gittim, ama sadece iki kartpostal alip ciktim (duvari, o zamanin halini iyi anlatan iki kart). Muze fobisi. Su anda muzenin ust tarafinda bir sezlongda oturuyorum. Karsimda der Berliner Dom, nehrin kenarindayim ve sanirim yaziya biraz ara verip kendime bir Weissbier ismarlayacagim. Viel Spaß


13.08.2010
Alexanderplatz, 17.31

Kesif: Weissbier'in kafasi cabuk gelip cabuk geciyor. Weissenkopf

13.08.2010
Branderburger Tor, 19.52

Sonunda geldim.
Cenk'in tavsiyesine uyarak 100 numarali otobuse binip sehir turuna ciktim, baktim ki 'Unter den Linden' hemen indim. "Alles über Belin" dukkanina girip biraz bakindim ve orada Berlin'in tarihini gosteren bir bir belgesele takildim, yaklasik 15-20 dk. Sonra ise, kursta surekli pompalanageldigimiz Branderburger Tor'a gittim. Orada biraz takildiktan sonra ruhumu aydinlatan tabelati gorum: "Samadhi Vegetarisches Restaurant"

"Soya sosunda bambu cubuklariyla hafif pismis sebzeler (pilavla servis edilir)" Uyar mi? Uyar, sebzenin her turlu gideri var. Burada da bir Weissbier ismarladim, ama bu sefer Erdinger. Buna, Franziskaner'e verdigim puandan 1 puan az verdim, ama yine de fena degildi. Sanirim simdi yine Cenk'e uyacagim ve bu sefer de 200 numarali otobuse binecegim. Nereye gidiyor? Keine Ahnung!

14.08.2010
Bornholmer Straße, 03.00

Az once eve geldim, yine uzun bir yoldan. Domi'yi ziyarete gitmistim; biraz sohbet ettik, sarap ictik ve Domi'nin Hindistan maceralarini dinledim. Sonra yine milyonlarca hat degistirerek eve ulasabildim. Domi'ye gitmeden once otobusle sehir turu yapmistim. Son durakta inip saga sola gelisiguzel yurudum, bir parca bilincli dolasmaya calistim. Daha sonra Domi aradi ve macera basladi. Domi'nin evine gidebilmek icin 3 hat degistirip biraz da yurumem gerekiyordu. Ama kullanacagim hatlardan birinde calisma vardi ve tabii ki kayboldum; ve bu kaybolmuslukta da tabii ki kaybolmus birileriyle karsilastim. Iki Fransiz genciyle birlkte yolumuzu bulmaya calistik. Biri bana "buralarda nereye takilabiliriz, biraz eglenmek istiyoruz da, bilirsin iste extacy falan" dedi. "Igrenirim hemserim" diyecektim ama agzimdan baska bir sey cikti. Nedense boyle durumlarda insan evlatlari yardimseverlik adina agzinin suzgecini kullanmiyor, aksine gotunu kullanip bir seyler yumurtluyor. Tabii ki ben de yardimci olmaya calistim genclere ve "Kreuzberg" diye yumurtladim. Neyse gitsin gencler ya, ben de yatayim artik. Gute Nacht

Tagebuch in Deutschland: Episode 1


12.08.2010
Istanbul, 22.50

Pasaport kontrolden gectim ve Franziska icin bir kutu bademli lokum aldim; ilginc bir andi, cunku hediye olarak lokum aldim, sanirim ilk defa. Das ist interessant

13.08.2010
Ucak, 01.15

Simdi hatirliyorum ne oldugunu. Kurumasi icin iki sandalye uzerine yerlestirdigim carsafin altinda yatiyordu Vico, sandalyelerden birinin ustunde. Aceleyle evden cikarken gor(e)medim kendisini; sanki bir an varligini unuttum. Boyle bir sey istemiyorum! Ich vermisse ihn

13.08.2010
Bornholmer Straße, 04.51

Az once kalacagim yere geldim. Uzun bir yolculuk oldu, kacirdigim duraklarla tabii ki! Simdi yataga olan hasretim patlamak uzere. Schlaf gut